İkinci Dilde Terapi
Danışanın ikinci dil kullandığı psikoterapinin geçerliliği ve etkililiğini araştıran çalışmalar bulunsa da söz konusu ikinci dilde hizmet sunan terapistler olduğunda bir sessizlikle karşılaşılmaktadır. Bunun sebebi halihazırda terapilerin etkililiği ve geçerliliğinin ölçülmesi yeterince zor bir süreçken ikinci dilde terapi veren ve bu hizmeti tercih edecek kişi sayısının az olması olabileceği gibi uzmanlar, danışanlar ve genel kamu nazarında ikinci dilde terapi sunmanın ana dilde hizmet vermeye karşın tercih edilmeyecek bir alternatif olacağı kanısı de olabilir. Her halükârda, artışta olan kültürler arası nüfus değişimi bu tür soruları güncel tutup önemine işaret etmekte. Bu yazıda ikinci dilde terapi sunma durumu analitik çerçeveden değerlendirilecek ve yalnızca belirli durumlarda mümkün olabileceği savunulacaktır.
Analitik yönelimde ana olmayan dilde hizmet veren analisti iki dilde farklı iki kendilik, ana dilde edinilmiş ilişkisel ve duygusal dinamiklere ikinci dille ulaşabilip ulaşamama, ikinci dilin bir savunma mekanizmasına dönüşerek bilinç dışına ulaşımı engellemesi durumu gibi irdelenmesi uzun sürecek, teknik ve detaylı bir perspektiften ziyade genel bir çerçevede incelemek bu yazının niteliğine daha uygun olacaktır. Söz konusu çerçeve dil-kültür ilişkisi, bu ikilinin kişinin gelişim/oluşumundaki etkisi ve bu etkiyle oluşan farklılıkların özellikle analiz için kültürün bir parçası olmadan yüzeysel düzeyde bir dil edinimiyle aşılamayacağı üzerinden temellendirilecektir.
Dil ve Terapi Arasındaki İlişki
Dil, zihnimizdekileri başka bir zihne belirli bir çözünürlükte aktarabilmemiz için bir analog, sembolik sistemdir. Bu sebeple tecrübenin tamamını kapsayamaz, aktaramaz ve çoğunlukla aktardığı kadarınca alınamaz. Bu kısıtlılığın sebeplerinden birisi dilin insanlık tarihinde görece daha yeni bir icat olmasından ileri gelmektedir. Örneğin insanlar, modern anlamdaki korkuyu ya da korku beklentisi olan kaygıyı henüz dile dökmeyi bilmediği -en az- binlerce yıl boyunca bugün hissettiği şekilde hissetmekteydi. Yahut “insanlık” filogenetik ağacında memeliler şemsiyesi altına girdiği andan beri anne-yavru ilişkisini tecrübe etmekte. Buna karşın, bu tecrübeleri aktarma aracı olan modern dilin başlangıcı üç yüz bin yıl gibi çok daha yakın bir tarihe denk gelmekte. İnsanlık milyonlarca yıldır tekrar eden tecrübelerini görece çok daha kısa bir süredir modern dil vasıtasıyla birbirine aktarmakta. Esasen, dilin tecrübeyi kapsamadaki sınırlılığını anlayabilmek için yapılması gereken tek şey birine abayı yakıldığında hissedileni açıklamak için kelimelerin ne kadar kifayetsiz kaldığını hatırlamaktır. Yahut bu yoğun hissiyatın ustalıkla kelimelere döküldüğü bir şiir okunulduğunda tecrübeyle dilin birbirine alışıldıktan fazla yaklaştığı bu durumlarda duyulan hayranlık düşünülebilir.
Dil ile Kültür, Terapiye Engel Midir?
Dil sınırlı olmanın yanı sıra kültürle iç içedir. Dil kültürün içinden kültürün içine doğar ve bir kültürü tanımanın, o kültüre önemli giriş yollarından birisidir. Bu ikiliyi birbirinden ayırmak mümkün olsa da dilin yapısının, kör noktalarının ve sembolize ettiklerinin içerisinde bulunduğu kültürce şekillenmesi karşı koyulması pek de mantıklı olmayan bir savdır. İnsan gelişiminin, karakter oluşumunun kritik dönemlerinden birisi olan “ilk bin gün” insanın dil öncesi dönemini de kapsar. Belirli bir topluluğun dünyayı algılayışını, davranış kalıplarını ve yaşanan tecrübeyi anlamlandıran çerçevesini barındıran kültür, insanı şekillendirmeye bu dönemde başlar. Söz konusu kültürel faktörler birincil ebeveyn ve diğer ilişkisel/çevresel vasıtalar ve epigenetik süreçle insan zihninin oluşumuna etkide bulunur. Bir yandan dilin niteliğine/sembolik repertuarına etkide bulunan kültür öte yandan kişiyi şekillendirmeye dil öncesi dönemde başlar. Belirtmek gerekir ki bu etkiler var olsalar da ahım şahım bir güce sahip olmayıp kültürler arası iletişimi imkansız kılacak kapasitede ya da dönüştürülemez/geri çevrilemez mahiyette değildirler. Fakat mevzubahis farklı dil/kültürlerde yetişmiş kişilerin analist-analizan ilişkisinde buluşması olduğunda söz konusu faktörlerin etkisi engel teşkil edebilir. Ancak aynı zamanda, dil çeşitliliği terapi içerisindeki çağrışımı artırarak yeni anlamlar ve bilinçdışı çağrışımları ortaya çıkarabilir.
Dil ve Sembolize Ettikleri
Dilin halihazırda tecrübeyi tamamıyla kapsamakta eksik kaldığı, dilin sembolize ettiklerinin niteliğinin kısmen kültürlerce belirlendiği ve kişilerde farklılığa sebep olacak bu niteliklerin dil öncesi dönemde edinilmeye başlandığı bilinirken, analizanın bilinçdışının dehlizlerinde olanları “konuşarak” çözümleyebilmek, eğer analizan ve/veya analist farklı dillerde yetişmişse bir hayli zor olacaktır. Dilin sınırlı oluşu ve bilinçdışının sansüründen/etki alanından geçmesi sebebiyle terapi sürecinde analizan tarafından kullanılan kelimeler birden fazla boyutta ve anlamda değerlendirilir. Dil, günlük “literal” anlamını kaybedip terapi süresince tekrardan bir sembol sistemi olmaya geri döner ve ona göre analize tabi tutulur. Fakat kelimelerin birincil olmayan bu diğer boyuttaki sembolik anlamlarının bir kısmı o topluluğun kültürü tarafından belirlenir. Kültüre yabancı birisinin algılanması güç, ince fakat söylevin bütününe anlam verebilen bu farklılıkları, geç yaşta gerçekleşmiş yüzeysel bir dil edinimiyle saptaması mümkün değildir. Poligot birisi kısa bir süre içerisinde Türkçeyi muntazam derecede sökebilir, ama karşılaştırıldıklarında Türkiye’de üç yıldan fazla süre geçermiş Podolski çatapat Türkçesiyle çay içerken daha bir “buralı” durur. İkinci dilde analizin mümkün olduğu ender durumlar da buradaki farklılıkla, analistin dilin konuşulduğu kültürü de edinebilmesiyle mümkün olacaktır. Bu durumda sunulabilecek ilk ön koşul analistin analiz sunacağı dilde kendi analizinden geçmesi olabilir. Böylelikle dil, kültür ve analizin kendine has çerçevesi bir araya getirilip üçünün uzun bir süreçte kemiğe işler derecede deneyimlenmesi mümkün kılınabilir.
Kısaca açıklanacak olursa psikoterapinin, terapistin ikinci dilde hizmet verirken ne kadar etkili olduğu halen merak edilen ve artan nüfus değişimleriyle önem kazanan bir konudur. Psikanalitik çerçeveden değerlendirildiğinde bunun ancak belirli koşullar altında mümkün olacağı söylenebilir. Halihazırda tecrübeyi aktarmada kısıtlı bir araç olan dil, içinde bulunduğu kültürce şekillenir. Dili şekillendiren kültürün bir parçası olmak insan yaşamında dil öncesi dönemden başlar ve sonradan edinilmesi bir hayli zordur. Psikanaliz sürecinde dil literalliğinden sıyrılır ve tekrardan sembolik esneklik kazanır. Bu sembolik esneklik evrensel kalıplara ve analizanın şahsına münhasır değişkenlere sahip olduğu kadar kültürel etkilere karşı da hassastır. Bu nedenle kültürün içerisinde bulunmadan yüzeysel bir şekilde edinilen dil analiz için yeterli olmayacaktır. Buna karşın, ikinci dilde analizin ön koşullarından birisi dilin, kültürün ve analiz bağlamının bir araya geldiği uzun bir süreç olan analistin kendi analizinden ikinci dilde geçmiş olması olabilir.
Yazar: Abdullah Fatih Demir, Stajyer Psikolog
Düzenleyen: Gözde Özbek, Uzman Klinik Psikolog
Referanslar:
Walsh, S. D. (2014). The Bilingual Therapist and Transference to Language: Language use in Therapy and its Relationship to Object Relational Context. Psychoanalytic Dialogues, 24(1), 56–71. https://doi.org/10.1080/10481885.2014.870836
Linnér, A., & Almgren, M. (2019). Epigenetic programming—The important first 1000 days. Acta Paediatrica, 109(3), 443–452. https://doi.org/10.1111/apa.15050
Chatterji, N. N. (1967). Psychodynamics of Paranoia. Psychotherapy and Psychosomatics, 15(2/4), 105–113. http://www.jstor.org/stable/45112074
Farrell, John, & Farrell, John C. (1996). Freud’s paranoid quest : psychoanalysis and modern suspicion. New York University Press.
Freud S. Ruhçözümlemeci Hastalık Kuramına Ters Düşen Bir Paranoya Olgusu. Psikopatoloji içinde (Çev: Hakan Atalay), Payel Yayınları, 1999,135–148.
Freud S. Kıskançlıkta, Paranoyada ve Eşcinsellikte Bazı Nevrotik Düzenekler. Psikopatoloji içinde (Çev: Hakan Atalay), Payel Yayınları, 1999,179–192.