Ece Yayla, Uzman Klinik Psikolog
Kaygının işlevi nedir?
Kaygı, esasında hayatımızın doğal bir parçasıdır. Yaklaşan bir tehlikeye, tehdit edici bir duruma karşı uyarı niteliğindedir. Bu yüzden, kişiyi olası tehlikelere karşı koruyan bir işlevi vardır. Kaygı, kişiyi harekete geçmeye, gelişmeye, başarmaya motive eden, ilerlemeye dair içsel motivasyon sağlayan bir duygudur. Bu anlamda kişinin kendisini, benliğini düzenlemeye yardımcı olur.
Fakat kaygı seviyesi işlevselliği bozacak duruma geldiğinde artık kendiliği düzenleme işlevinden çok kendiliğin dağılması, parçalanması, yok olması gibi deneyimlenen bir hal almaya başlar. Bu tür yoğun bir kaygı, aşırı uyarımın bir sonucudur. Anlamlandıramadığımız, benliğimize fazla gelen uyarımlar başa çıkılması zor, yoğun bir kaygı haline sebep olabilir.
Kaygı bozuklukları başlı başına bir kategori olmakla birlikte, DSM sınıflandırmalarında tanımlanan birçok bozuklukla eş zamanlı olarak da ortaya çıkar. O halde diyebiliriz ki kaygının tek bir kökeni yoktur; kaygı katmanlı bir duygudur ve kaygıyı tek başına anlamlandırmak oldukça zordur. Kaygı bazen kendilik algımızla, bazen ötekiyle, ilişkilerimizle, bazen ayrılıklarla, kayıplarla, tekinsizlik hislerimizle ilgilidir.
Kaygı nasıl anlamlandırılır?
Böylesine yüzeyde olup bu kadar farklı, derin kökenleri olan bir duyguyu anlamlandırmak, telkinlerle yatıştırmak, sadece şimdinin bir ürünü olarak görmek de, haliyle mümkün değildir. Kaygı çoğunlukla dış dünyadan gelen bir şeye tepki gibi algılanır – oysa, genellikle henüz gerçekleşmeyen, gelecekte gerçekleşebileceği var sayılan bir şeye dair hissedilir. Bu yüzden aslında kaygı dış dünyaya değil iç dünyaya aittir. Dış bir tehlikeden çok içsel bir tehlike hissedilir.
Kaygı sadece geleceğe de ait değildir; kökenini geçmişten alır. Geleceğe dair algılarımız, geçmişimizle şekillenir. Yoğun bir kaygı hissettiğimizde bazen küçük görünen bir şeyin bizde bu kadar kaygı uyandırdığını anlamlandıramayız. Oysa geçmişimizden belki hafızamıza değil ama bedenimize, bilinçdışımıza kaydedilen anılarımızdan, duygulanımlarımızdan alır kaynağını.
Kaygının kişilerde kökeni nedir?
Kaygı; ayrılıkla, kayıplarla, tekinsizlik hisleriyle yakından ilgilidir. Kayıp ve yokluk ihtimali bir kaygı yaratır. Belki de ayrılıklar, kayıplar, ilk ayrılığımızı, doğumumuzu hatırlatır bize. Kaygı, aslında bebeğin doğumuyla, yani ilk ayrılıkla başlar. Bebeğin anneyle “tek beden olduğu” bir olma halinin bitişiyle yok olma kaygısı başlar. Çevreden daha önce hiç bilmediği uyaranlar gelir, annenin bunları bebek için anlamlandırması, ona bir yer açması gerekir.
Bebek çok uyarıldığında anne yatıştırır. Bebek yatıştırılamadığında yok olma kaygıları canlanır; çünkü tek başına bir ben kavramı yoktur bebekte ve anne olmadığında varlığını devam ettiremiyor gibidir. Bebek bedeniyle hisseder, bu doğrultuda da ayrılığa, kayba bedensel tepkiler verir. Bebeğin simgeleştirme kapasitesi henüz gelişmediği için, duygular yabancıdır ona. Eğer bebeğin anne rahminden ayrılışıyla doğan kaygıyı, yeni duruma adapte olması için kolaylaştıran bir anne yoksa bu ham, işlenememiş duygular kaydedilir bedene. Bebek annenin yokluğunda kendi bedensel uyarımlarıyla ve çevreden gelen uyarımlarla baş edemediğinde çaresizlik hisseder.
Yetişkinlikte de yoğun kaygı böyle çaresiz hissettiren bir şeydir. Sanki duyguyu anlamlandıramamanın, kaygıyı yatıştıracak birini bulamamanın çaresizliğini hisseder kişi. Her ayrılıkta, kayıpta bu ham, işlenememiş duygu hissettirir kendini.
Yaşam içerisinde kaygı nasıl deneyimlenir?
Bir bireyin doğumuyla birlikte hiç kontrol edemediği, tahmin edilemez bir dünyaya gözlerini açtığını düşündüğümüzde, bitişler ve yeni başlangıçların bizde yarattığı kaygıyı daha iyi anlamlandırma fırsatı da buluruz. Mezuniyetler, evlilikler, işimizden ayrılmak, yeni bir işe girmek, aile evinden ilk ayrılışımız… Tüm bunlar bir yandan bizi büyüten, geliştiren deneyimlerken; aynı zamanda sonrasında ne olacağını bilmediğimiz, güvenli alanımızdan çıktığımız deneyimlerdir. Kontrol edilemez ve tahmin edilemezdir sonrası. Bir yandan gelişme imkanıyken bir yandan da kayıp barındırırlar içlerinde.
Kaygının işlevselliği bozduğu nokta ise bu ayrılıkların, kayıpların anlamlandırılamadığı, uyanan duyguların işlenemediği durumlardır. Kaygının, aşırı uyarımdan, anlamlandırılamayan duygulanımdan doğduğu düşünülünce, kişinin benliğini dağılmaktan da koruyan bir yanı olduğu söylenebilir. Bu yüzden kaygıyı anlamlandırmanın en zor yanı da kişinin tutunduğu, dış dünyadan geldiğini varsaydığı kaygının iç dünyasındaki yansımalarına bakabilmesidir. Çünkü kaygının deneyimlenmesinden daha zor olan, derinlerde deneyimlenen, “gizli” kalması için çabalananların ortaya dökülmesi, açılmasıdır belki.
Kaygı bir sorun haline geldiğinde nasıl çözülebilir?
Tüm bu katmanlarıyla birlikte düşünülünce, kaygının sadece kaygı semptomuna odaklanarak çözülmesi oldukça güç görünür. Kaygıyla başa çıkmak için, bu duygunun temas ettiği yerleri anlamlandırmak, bizde canlandırdıklarına dokunmak gerekir. Kaygı; kişiyi dağılmaktan koruyan işlevi ile birlikte düşünüldüğünde, aynı zamanda kişiye kontrolde olma hissi verir. Kişinin kendisini çağrışımlarına bırakabilmesi, kontrolde olmama hissine tahammül edilebilmesi için güvenli bir alan sağlayan, kişinin uzun dönemli ve yoğun duygulanımını kapsayan bir terapi süreci kolaylaştırıcı olacaktır.
Referanslar:
Gökalp, P. (2018). beden ve kaygı psikosomatik ve hipokondriye bakış. Psikanaliz Yazıları, 37, 29-36.
Ünsal, Z. K. (2018). tekinsiz. Psikanaliz Yazıları, 37, 37-50.
Güleç, N. (2018). erken dönem ve kaygılar. Psikanaliz Yazıları, 37, 71-84.